Sâkıyâ mey sun ki bir gün lâlezâr elden gider…
Güzel söylemiş şair. Çünkü öyle bir çağda yaşıyoruz ki, ne bahar baki kalıyor ne gül, ne bülbül… Hele ki dostluklar, makamlar, koltuklar… Onlar da birer lâlezâr gibi gelip geçiyor işte. Şair bizi neye hazırlıyor: geçiciliğe, faniliğe, eldekinin kıymetini bilmeye…
Ama bugünün dünyasında, özellikle koltukla tanışanlarda, böyle bir endişe yok. Sanki bulunduğu makam kendine hibe edilmiş gibi davrananlar var. Kurumun anahtarı cebinde, kamu hakkı sanki dededen kalmış bir miras…
Oysa unuttukları şu:
Hiçbir lâlezâr baki değil.
Ne park ne bahçe…
Ne müdürlük ne başkanlık…
Bir sabah uyandığında birileri seni çoktan unutmuş olabilir. Dün çayını iki şekerli getiren, bugün seni koridorda görmezden gelebilir.
Bugün “ağabeyim”, “kardeşim”, “can dostum” diyenler, yarın selamı sabahı kesmiş. Makam arabası garaja çekildi mi telefonlar da sessiz moda geçmiş. Meğer ne çok sevenimiz varmış; ama hepsi “mevki seven” imiş.
Makamlar da mevsimler gibidir. Bahar gelir, gül açar; ama sonra hazan rüzgârı eser. Üç gün takdir, dört gün teveccüh… sonra hatırlayan bile kalmaz.
Ama bugün ne görüyoruz?
Küçük dağları ben yarattım sananlar, selamı sadece “kendisine faydalıysa” verenler… Oysa koltuk geçer, tabelalar değişir. Kimi gider yerini adam gibi adamlara bırakır, kimi gider arkasında sadece ah bırakır.
Bazı makamlar vardır ki oraya gelen adam büyür; ama bazı adamlar da vardır ki oraya gelince makam küçülür. Çünkü orada hak değil, hesap vardır; liyakat değil, lobi…
Bülbül bile başlıyor feryâda. Çünkü lâlezâr elden gidince sadece çiçek değil, neşe de gidiyor. Renk gidiyor. Şairin dediği gibi:
Başlasa feryâde bülbül, lâlezâr elden gider.
Birileri zannediyor ki her şey onların kontrolünde. Bugün var, yarın da var… Ama unuttukları bir şey var:
Bu dünya ne baki, ne vefalı. Ne sadakat gösterir ne de garanti sunar. İki gün dargın, üç gün yalan dolan…
Tâc giydiğini zanneden nice tâcidârlar var ki, bir gün etraflarındaki kalabalıklar buhar olmuş. Bir bakmışsın ki o koskoca (!) makam, bir anda elinden kayıp gitmiş.
Bulsa bir devlette tâli, tâcidâr elden gider.
Bugün en yüksek yerde oturan, yarın en sessiz köşede unutulmuş olabilir. Kibirle değil, tevazu ile yürümeli insan. Zira her yükselişin bir inişi, her baharın bir sonbaharı var.
Köşe yazısının da bir kıssası olsun, değil mi dostum? Madem edebiyatla başladık, Mevlâna’yla bitirelim:
“Ey insan! Tahtı da gördün, tahtadan mezarı da… Ne çok övüldün, ne çabuk unutuldun!”
Öyleyse, ne koltukla şımaralım ne makamla böbürlenelim. Gül bahçesi elden gitmeden, gönül bahçesi kurutulmadan, bir bardak mey sunalım birbirimize: sevgiyle, sadakatle, insanlıkla…
Ey dost, vakit varken dostluk sun, güzellik sun, vefa sun. Çünkü şu dünya dediğin dev bir dönme dolap… Bugün tepedesin, yarın bir bakmışsın en dipte.
O yüzden soruyorum:
Bir insanın gerçek yüzünü görmek için onu sınava sokmanıza gerek yok.
Bir koltuk yeter..!
Uzattım evet, bir gönül kırmadan kalın sağlıcakla..